Afife Jale Ödülü’nü almak için davet edildiğinde, İstanbul Belediyesi
Şehir Tiyatroları’nın bu yıl sahnelenen oyununda yer alan iki arkadaşını yanına
alarak sahneye çıktı. Kendilerini; sahneye çıktığı ilk gece için, “Sanatın,
ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim” diyen Afife Jale’nin torunları
olarak tanıttılar. “En iyi yardımcı kadın oyuncu ödülü”nü alan Nergis Çorakçı
ile o geceden hiç söz edemeden, belediyenin tiyatro yönetmeliğinde yaptığı değişiklik
nedeniyle ülkenin gündemine oturan tiyatro
üzerine konuştuk. Arada sırada, konuyu
tanımak istediğim torun üzerine getirmeye
gayret sarf ettim.
Her gelen iktidarın tiyatroya mutlaka el uzattığından, şehir
tiyatroları yönetiminde bir “klik”ten söz edilemeyeceğinden, geleneksel olarak
çok sesliliğin egemen olduğu bir kurum olduğundan, oyun seçme işini repertuvar
kurulunun yaptığından, sahnelenen oyunların çeşitliliğinden söz etti. Tiyatro oyunculuğunun; son yıllarda televizyon
dizilerinin izlenme oranının artışıyla önemsenmeye başladığını, ailelerin
çocuklarını bu nedenle teşvik ettiklerini ekledi.
O zamanki
Niğde-Aksaray’da liseyi bitirdikten sonra girdiği Belediye Konservatuvarı
sınavını kazanınca başlamış tiyatro yaşamı. “Aslında çocukluğumuzda hepimiz
oyun oynamaya bayılırız. Büyüdükçe unuturuz onları; galiba ben unutamadığım
için tiyatro okuluna girdim” diyor. Annesi hep yanındadır. Hukukçu olan babası
ise; işinin zor olduğunu, farklı karakterlere bürünmeyi hazırlıklı ise
başarabileceğini söyler. On yedi kişinin girdiği okuldan sadece üç kişi mezun
olurlar. Ardından çocuk oyunlarında
oynar; Dostlar, Kenterler, Ali
Poyrazoğlu ve Devlet Tiyatroları’nda sahneye çıkar. Bu sırada, Gencay Gürün’ün
başa gelmesiyle kuruma kazandırdığı yenilik ve dinamizmin içinde olmayı
arzuladığından, yevmiyeli olarak Şehir Tiyatroları’na geçer. Genç Günler
Festivali’ni başlatan grup içinde yer alır.
Konuşmayı, sanatta
müstehcenlik ya da muhafazakâr sanat
tartışmalarına hiç getirmiyorum. Bunun birkaç nedeni var: Birincisi; halk şiiri
ve divan edebiyatının pek çok güzel dizesi içinde, bu iki kelimenin bugün
algılanan haliyle var olduğunu biliyorum. Güzel olandan yana olmak adına,
böylesine etkileyici şiir geleneğimizin yara
almasını istemiyorum. İkincisi; Osaka’da oturan ve Türkiye’deki tiyatro
üzerine çalışan bir Japon’un, evrensel bir sanat anlayışı ile bu iki kelimeyi
asla bir araya getirmeyeceğini biliyorum. Üçüncü olarak da; yüzyıl sonra bu
topraklarda yaşayan birinin, tesadüfen bu yazımı okuması halinde, gülünç duruma
düşmek istemiyorum.
Şehir Tiyatroları’nda
oyunculuğu devam ederken, bir gün kendini Sağır ve Dilsiz bir grubun içinde
buluverir. Nefes ve beden egzersizleri ile başlayan çalışmalar devam eder ve
13-70 yaş aralığındaki bu insanlar, sonunda bir oyunla sahneye çıkarlar.
Yurtiçi ve dışında defalarca sahnelenen bu özgün çalışma, onun için ikinci bir
okul gibidir. Halen çocuklarla değişik
illerde drama çalışmalarına devam etmektedir.
İstanbul Şehir Tiyatroları’nın yüzyıllık bir geleneğinin,
yeni yönetmelikle ortadan kalkacağı endişesini taşıyan sesi yineliyor: “Bu
yönetmelik uygulanırsa, artık Şehir Tiyatroları diye bir şeyden söz edemeyiz.
Yeni oluşacak olan artık başka bir şeydir; ne olduğunu söyleyemem, emin olduğum
tek şey Şehir Tiyatrosu olamayacağıdır.” Akıldan yana olup, sağduyunun galip
gelip, yönetmeliğin gözden geçirilmesinin en büyük isteği olduğunu ve umudunu
kaybetmediğini belirtiyor. Sesini duyurmasına Othello’dan bir bölümle destek olmak istiyorum:
Bağır, titrek,
korkunç bir sesle çığlık çığlığa,
Geceleyin kalabalık
şehirlerde
İhmal yüzünden
çıkan yangın
İlk göründüğünde nasıl
bağırırlarsa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder